19 Ekim 2017 Perşembe

Ferhat ile Şirin Efsanesi


Ferhat ile Şirin Efsanesi



Ferhat, nakkaşlık yapan, Şirin'e sevdalı yiğit bir delikanlıdır. Saraylar süsler, fırçasından dökülen zarafetin Şirin'e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.


Amasya Sultanı Mehmene Banu'ya, kız kardeşi Şirin için, dünürcü gönderir Ferhat. Sultan; Şirin'i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. " Şehir'e suyu getir, Şirin'i vereyim" der, demesine de su, Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir.

Ferhat'ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır, yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde.

Mehmene Banu, bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsice planlar kurarak bir cadı buldurur, yollar Ferhat'a. Su kanallarını takip edip, külüngün sesini dinleyerek Ferhat'a ulaşır. Ferhat'ın dağları delen külüngünün sesi cadıyı korkutur korkutmasına da, acı acı güler sonra da. "Ne vurursan kayalara böyle hırsla, Şirin'in öldü. Bak sana helvasını getirdim" der. Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. "Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır" der. Elindeki külüngü fırlatır havaya, külüng gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla oturur. Ferhat'ın başı döner, dünyası yıkılmıştır zaten "ŞİRİN !" seslenişleri yankılanır kayalarda.



Ferhat'ın öldüğünü duyan Şirin, koşar kayalıklara bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat'ın yanına.

Su gelmiştir, akar bütün coşkusuyla, ama iki seven genç yoktur artık bu dünyada. İkisini de gömerler yan yana. Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş, sevenlerin anısına, ama iki mezar arasında bir de kara çalı çıkarmış. iki sevgiliyi, iki gülü ayırmak için.

Doğuda Ferhat dağı, batıda Kırklar dağı; ikisinin arasından Yeşilırmak, yeşil yeşil süzülür, gider. Yamaçlarda Amasya'nın birbirinden güzel evleri.





 

22 Mayıs 2015 Cuma

Eşekli Kütüphaneci Mustafa Amca


Kütüphane denildiğinde ilk aklımıza gelen binlerce kitabın yer aldığı, eskiden sadece  dönem ödevlerinde veya öğretmenlerin araştırma konuları verdiğinde uğrak adresimizdi kütüphaneler..
 
İçimizin kıpır kıpır olduğu, aklımızdan bin bir türlü haylazlık geçtiği zamanlarda bile sessiz durmamız gereken bir mekan, çıt sesinden dahi rahatsız olunan bir ortam, daha fazla dayanamayıp güldüğünde kütüphaneciden uyarı aldığın veya dışarıya atıldığın yerdir kütüphaneler..
 
İnternet çıktı, artık kütüphanelere uğrayan kimse yok!!!
 
Tamda bu zamanda bize yaratıcı fikirleriyle destek olacak, azmi, başarıyı bizlere öğretecek Mehmet Amcalara ihtiyacımız var....Bu konu ile ilgili sizler ile çok güzel bir hikayeyi paylaşmak istiyorum...
 
   
 Eşekli Kütüphaneci Mustafa Amca
 
Yıl 1943. Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar.
 Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
 – Alıyorum.
 – Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin, çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen vardır.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İade Sandığı” yazar.
 Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.” Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der. Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir. Kitaplar daha sonra 5 eşek ve 2 katırla taşınmaya başlamıştır.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer’e mektup yazar: “Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır.
Mustafa Güzelgöz köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir.
 Güzelgöz, köylere kitap taşımak kadar yöresinde başka girişimlere de öncülük etmiştir. Yaptığı bu çalışmalarla, yöredeki sosyal ve kültürel hayatı zenginleştirmiştir.
Güzelgöz, kütüphaneleri tam anlamıyla bir eğitim merkezi haline dönüştürmek için bunların yanına bir de spor teşkilatı kurmuştur. Bir çok kütüphanenin yanda voleybol sahaları kurulmuş gençlerin futbola olduğu kadar diğer spor etkinliklerine de dikkatleri çekilmeye çalışılarak bedensel olarak güçlenmeleri amaçlanmıştır.
Karain, Mustafapaşa ve Çökek köylerinde, köy duvar gazetesi için panolar konmuştur. Bu panolara köyle ilgili haberler yazılmakta, Türk büyüklerinin resimleri asılmaktadır. Özelikle bu resimleri gören köylüler altındaki yazıları da merak ederek okumaktadır.
Güzelgöz, Ürgüp ilçesinde ilk folklor oyunlarını başlatır. İlk bando çalışmalarını hayata geçirir.
Modern iletişim araçları ile Ürgüp halkını tanıştırmak amacıyla köy köy gezerek 16 mm'lik sinema makinesiyle gösterimler yapar. Konusu, kültür-sanat, tarım, hayvancılık ve gündelik yaşamı kolaylaştırıcı bilgileri içeren belgesel filmleri köylerin uygun alanlarında göstererek köylüyü bilgilendirmeye çalışır.
Ayrıca fotoğraf makineleri ve baskıda kullanılan sarf malzemelerini sağlar. Saydam gösterimi için bir makine bir de jeneratör edinir. Böylece elektrik imkânı olmayan köylere bu hizmeti götürme imkânını da sağlamış olur.
Güzelgöz, sosyal ve kültürel etkinliklere öncülük etmenin yansıra yörenin ekonomik olarak kalkınması için de çalışmalarda bulunur. Çökek köylüsünün ürettiği üzümü yok pahasına satmaktadır. Güzelgöz köylünün elindeki ürünü değerlendirebilmesi için köylüyü kooperatifçilik çalışmalarına yöneltir.
 Bu arada valilik Mustafa Güzelgöz hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.         Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
 Girişimcilik ne biliyor musun?
 Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
 Mutlaka adım atmalısın. Bu sadece evinin önünü temizlemek demek değildir.
 Yaptığın iş olduğu yerde sayıyorsa, sende bir eksiklik vardır arkadaş.
 İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
 Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var...
1963 yılında ise ABD Barış Gönüllülerince ödüle layık görülür. Kütüphaneye de 1960 model bir jeep hediye edilir.
Kaynak;

- Ahmet Şerif İzgören, Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı, Elma Yayıncılık
 
 

15 Temmuz 2014 Salı


HACİVAT VE KARAGÖZ



Hacivat ve Karagöz arasında tatlı atışmalar ile geçen ve  Ramazan aylarının vazgeçilmezleri arasında yer alan gölge oyunu, 700 yıldır devam etmektedir.
Herkes tarafından ilgi ile izlenen bu geleneğin nasıl doğduğunu hikaye tadında her beraber okuyarak görelim.
Orhan Gazi babası Osman Bey’in anısına o dönem ki başkent Bursa’da büyük bir camii yaptırmaya karar vermiş. Emrindeki bütün mimarları çağırmış huzuruna. “Babam Osman Gazi’nin anısına güzel olduğu kadar görkemli bir camii yapılmasını istiyorum. En güzel projelerinizi yapın getirin bana.” demiş onlara. Kısa bir süre sonra bütün mimarlar en güzel projeleriyle Orhan Gazi’nin huzuruna gelirler. Bütün projeleri tek tek inceleyen Orhan Gazi içlerinden en beğendiğinin sahibi mimarı çağırtmış ve ona kusursuz bir işçilik istediğini söylemiş; “Yörenin en iyi ustaların bulacaksın ve en kaliteli malzemeleri kullanacaksın, hiçbir masraftan da kaçınmayacaksın” diye de belirtmiş. Mimarbaşı birkaç gün içerisinde ülkenin dört bir tarafından en iyi ustaları toplamayı, en kaliteli ve güzel malzemelerin getirtilmesini sağlamış ve sultanın
huzuruna çıkmış. Mimarbaşı; “Padişahım” demiş, “Yörenin en iyi duvar, demir, ahşap ustalarıyla en becerikli hat sanatçıları ve nakkaşlarını topladım. İnşatta kullanılacak bütün malzemeler kılı kırk yararak seçildi. Biz hazırız, emir verirsen hemen başlamak isteriz bu kutlu işe” Mimarbaşı’nın anlattıklarından son derece memnun görünen Orhan Gazi, ” Mimarbaşı beni çok iyi dinle” demiş. “Söylediklerin güzel, hemen başlayabilirsiniz camiyi inşa etmeye ama aç kulaklarını dinle şimdi. Bil ki bu camii benim için çok önemli. Bu yüzden ,her kim ki inşaatın yavaşlamasına veya işlerin aksamasına sebep olursa o an kellesini vurdururum. Şimdi çıkın gidin başlayın camiyi yapmaya.”
İnşaat hemen başlamış tabii ki. Mimarbaşı Kambur Bali Çelebi’yi (Karagöz) demirci ustası, Halil Hacı İvaz’ı da (Hacıvat) duvar ustası olarak görevlendirmiş.




Bu iki ustayı da işlerini her ne pahasına olursa olsun aksatmamaları için de sıkı sıkı tembihlemiş. Karagöz, mektep okumamış ama inşaatlarda ustaların yanında çalışa çalışa iyice ustalaşmış artık işinin en iyisi olarak anılmaya başlamış cevahir birisiymiş. Tez canlılığı ve hazırcevaplığı yüzünden sürekli başını belaya sokan Karagöz, bu belalardan kıvrak zekasının marifetiyle kurtulmaya çalışırmış. Bu belalar artık onun içinden çıkamayacağı bir hal alınca da yardımına en yakın dostu Hacıvat koşarmış. Hacıvat ise bu yakın dostunun aksine, medrese de eğitim görmüş, her konuda bilgisi olan görgülü ve bilgili birisiymiş. Karagöz’le hemen her konuda sürtüşse de yine de en iyi dostuymuş Karagöz onun.Sultan’ın babası için yaptırdığı inşaat çalışmaları tüm hızıyla sürüyormuş. İşçiler, ustalar, mimarbaşı camiyi sultanlarının istediği şekilde ve zamanda hazır etmek için var güçleriyle çalışıyorlarmış. Mimarbaşı ve ustalar, didişmeleri bütün ülke tarafından bilinen Hacıvat ve Karagöz’ü de birbirlerinden ayrı tutmak için de uğraşıyorlarmış bir yandan. Bu duruma en çok kızanların başında da hiç şüphesiz can dostu Hacıvat’la didişemeyen Karagöz geliyormuş. Gözünü kestirdiği Hacıvat’a mimarbaşı’nın yanında sokulamayan Karagöz, mimarbaşı’nın malzeme almak için şehre gitmesini fırsat bilmiş ve yanına sokulmuş Hacıvat’ın. Hacıvat can dostunu yanında görünce sevinmiş ve ona dönmüş demiş ki; 

– Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin
– Şule levendim, turp dikenim hoş geldin diye karşılık vermiş Karagöz. 
Hacıvat Karagöz’ün huyunu bildiği için kızmamış ve yine güleç yüzüyle konuşmuş;
– Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin
– Kehlelendim, sirkelendim, boş geldim.
– Samur kaşlı, ok kirpikli hoş geldin
– Salak kaşlı, bok kirpikli boş geldim
– Yusuf-ı Beytül Hazenim hoş geldin
– Yasef’im, bitli avramım boş geldim
– Ahu gözlüm, inci dişlim hoş geldin
– Ayı gözlüm, kazma dişlim hoş geldin
Hacıvat ile Karagöz böyle birbirleriyle atışırlarken bütün diğer işçiler de başlarında toplanmış onların bu keyifli ve eğlenceli didişmelerini izleyip eğleniyorlarmış.İnşaattaki bütün işçi ve ustaların en büyük eğlencesi haline gelmişler zamanla. Artık ne zaman mimarbaşı inşaattan ayrılsa Hacıvat ve Karagöz birbirleriyle atışmaya başlar hale gelmişler. Diğer bütün çalışanlar da etraflarında toplanıp onları izlermiş. Onlar atıştıkça izleyiciler kendilerinden geçer ve bütün yorgunluklarını unuturlarmış. Günlerden bir gün Padişah babası için yaptırdığı caminin inşaatını kontrole gelmiş.Fakat inşaatın istediği hızda gitmediğini görünce keyfi kaçmış ve hemen mimarbaşını çağırtmış. 
Mimarbaşı, padişahın caminin inşaatı konusundaki hassasiyetini bildiği için de korkmuş.
Padişaha demiş ki ” Sultanım nedendir bilmem ama ben malzeme almak, veya başka bir iş için inşaattan her ayrıldığımda işler yavaşlıyor. Bunun sebebini en yakın zamanda öğrenip gereken tedbirleri alacağım.



” Orhan Gazi sinirlenmiş ama yine de sorunun sebebini öğrenip, çözmesi için mimarbaşının istediği süreyi vermiş ona. Mimarbaşı bir gün yine “ben malzeme almaya gidiyorum” deyip inşaattan ayrılmış ama hemen yakında bir tümseğin ardına gizlenip işçileri izlemeye başlamış. Bir de bakmış ki kendisinin ayrılmasını fırsatbilen Hacıvat ve Karagöz atışmaya başlamışlar ve bütün çalışanlar da onların bu atışmalarını izlemek için etraflarında toplanmış. Mimarbaşı hemen soluğu Orhan Gazi’nin sarayında almış ve padişahın huzurunaçıkmış. Padişaha olup bitenleri ve inşaatın yavaşlamasının sebeplerini anlatmış. Bunu duyan Orhan Gazi çok sinirlenmiş ve derhal bu iki işçinin asılmasını emretmiş.”Onlar asılsın ki bu diğer bütün işçilere ders olsun” demiş. Padişahın emri derhal yerine getirilmiş ve Hacıvat ve Karagöz çalıştıkları inşaattan apar topar alınarak asılmışlar hemencecik. Padişahın bu kararı inşaatta olduğu kadar bütün şehirde de büyük bir üzüntüyle karşılanmış. İnsanlar merhametli, şefkatli, halkı ve ulemayı seven padişahlarının böyle bir şey yapmasına çok üzülmüş ve her taraftan bu hoşnutsuzluklarını hissettirmişler padişaha. 
Orhan Gazi de kısa bir süre sonra hatasını anlayıp vicdan azabı duymaya ve yaptığı bu yanlışa üzülmeye başlamış. 
Padişahın bu üzüntüsünü gören Şeyh Kuşteri adındaki uleması sultanının üzüntüsünü hafifletmek için kendince bir yol bulmuş o anda. Başındaki beyaz sarığını çözen Şeyh Kuşteri sarığını açarak mum ışığının önünde germiş. Ayağından çıkardığı çarıklarını da kukla gibi kullanarak sarığın arkasında Hacıvat ve Karagöz’ün atışmalarını taklit etmeye başlamış:
Hacıvat: Hasretinle beni koyup gidenin, hoş geldin.
Karagöz: Hasta iken turşu suyu içenim, boş geldin
Hacıvat: Gel Kargöz, gidelim Göksu’ya yiyelim dolma.
Karagöz: Sümüklü burnumu ye de, namerde muhtaç olma.. 
Alıntıdır.

10 Haziran 2014 Salı

Türk Bayrağı


Türk bayrağı nedir?

Bayrak; Bir ulusun simgesi olarak kullanılan, renk ve biçimle özelleştirilmiş, genellikle dikdörtgen biçiminde kumaş anlamına gelmektedir.

Türk bayrağı; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ulusal ve resmi bayrağına verilen isimdir. İstiklal Marşı'nın 1. , 2. ve 10. kıtalarında Türk bayrağından bahsedilir.

Türk bayrağının anlamı


Türk bayrağına arka plan rengini veren kırmızı bu vatan için savaşan şehitlerimizin kanını temsil emektedir. Türk bayrağının üzerindeki Ay ve beş köşeli yıldızı simgelerinin ne anlama geldiğiyle ilgili çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bu görüşleri sizlere aktaralım.

1. Beş köşeli yıldız "demokrasi" eşitlik ve özgürlüğü, hilal "İslam"ı simgeler.

2. Yarım ay "Allah"ı, yıldız "Peygamber"i temsil etmektedir.

3. Savaşta ölen askerden oluşan kan gölünden ay ve yıldızın gösterilişidir.

4. Ay ve Beş köşeli yıldız, Orta Asya'dan gelen "Türklüğü", kırmızı zemin ise "vatanı" temsil etmektedir.

5. Osmanlı Devleti Bayrağının değiştirilmiş bir versiyonudur.

6. Yarım ay "yenilenme"yi, Beş köşeli yıldız ise "Türklüğü" temsil etmektedir.

7. Türk Bayrağı'ndaki Ay "İslamiyeti", Beş köşeli yıldız ise ise "Türklüğü" temsil eder.

Türk bayrağının tarihçesi


Osmanlı İmparatorluğu'ndan önceki Anadolu Türk devletlerinde kullanılan bayrak renk ve sembolleri hakkında yeterli bir bilgi yoktur. Türk Bayrağı'nı ilk olarak Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Mesud tarafından Osman Bey'e gönderilen beyaz renkli sancak olarak görürüz. 15. yüzyıldan sonra al bayrak Yavuz Sultan Selim dönemindeki Çaldıran Savaşı'nda ise yeşil bayrak kullanılmaya başlanmıştır. Türk Bayrağı'na en yakın şekle ise III. Selim döneminde rastlanır. Bu bayrakta hilal ile birlikte sekiz köşeli yıldız kullanılmıştır. 1842 yılında Abdülmecit döneminde yıldız beş köşeli haliyle kullanılmaya başlanmıştır.Saltanatın kaldırılması üzerine 29 Mayıs 1936 tarihinde bayrağın şekli kesin bir şekilde tayin edilmiştir. 28 Temmuz 1937 tarihli, 27175 sayılı "Türk Bayrağı Nizamnamesi Kararnamesi" ile de Türk Bayrağı'nın kullanılışı düzenlenmiştir.

Türk bayrağının kabul tarihleri


Osmanlı döneminde "1844" yılında, Cumhuriyet döneminde "29 Mayıs 1936" tarihinde kabul edilmiştir.

Türk bayrağının örtülebileceği yerler


1. Cumhurbaşkanlığı yapmış kişilerin,

2. Şehitlerin ve tüzükte belirlenecek asker ve sivil kişilerin cenaze törenlerinde bunların tabutlarına,

3. Açılış törenlerinde Atatürk heykellerine,

4. Resmi yemin törenlerinde masalara örtülebilir.

Türk bayrağı ile ilgili yasaklar


1. Yırtık, sökük, yamalı, delik, kirli, soluk, buruşuk veya layık olduğu manevi değeri zedeleyecek herhangi bir şekilde kullanılamaz

2. Resmi yemin törenleri dışında her ne maksatla olursa olsun, masalara kürsülere, örtü olarak serilemez.

3. Oturulan veya ayakla basılan yerlere konulamaz.

4. Elbise veya uniforma şeklinde giyilemez.

5. Hiçbir siyasi parti, teşekkül, dernek, vakıf ve tüzükte belirlenecek kamu kurum ve kuruluşları dışında kalan kurum ve kuruluşun amblem, flama, sembol ve benzerlerinin ön veya arka yüzünde esas veya fon teşkil edecek şekilde kullanılamaz.

6. Türk Bayrağına sözle, yazı veya hareketle veya herhangi bir şekilde hakaret edilemez, saygısızlıkta bulunulamaz

7. Bayrak yırtılamaz, yakılamaz, yere atılamaz, gerekli özen gösterilmeden kullanılamaz.

Türk bayrağı hangi durumlarda yarıya indirilir?


Türk Bayrağı, yas alameti olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün vefat tarihi olan 10 Kasım'da yarıya indirilir. Yas alameti olmak üzere bayrağın yarıya çekileceği diğer haller ve zamanı Başbakanlıkça ilan edilir.


Bayrağımız ile ilgili Arif Nihat Asya’nın güzel bir şiirinide sizlerle paylaşmak istedim.

Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düştüğümüz gün
Gölgene sığındık.

Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin dibinde öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!
 
 
Arif Nihat Asya

4 Haziran 2014 Çarşamba

ŞEHZADE BAYEZİD'İN YÜREK BURKAN HİKAYESİ


ŞEHZADE BAYEZİD'İN HİKAYESİ


Muhteşem Yüzyıl dizisinin de bu hafta Şehzade Mustafa’nın ölümünden sonra acı bir ölüm , acı bir katlediliş hikayesini daha izleyeceğiz.




Şehzade Beyazıt’ın ve evlatlarının babasının fermanı ile nasıl katledildiği görmek istiyorsanız bu akşam bu diziyi izleyin. 



İzleyin ki bir baba nasıl olurda bu kadar acımasız olur, nasıl olurda evladına kıyar,nasıl olurda menfaatleri ,tahtına olan sevgisi evlat sevgisinin önüne geçer görün.

Peki Şehzade Beyazıt kimdir,nasıl ölmüştür ve mezarı nerededir?




ŞEHZADE BAYEZİD'İN YÜREK BURKAN HİKAYESİ

Tarihi kaynaklarda, annesinin Hürrem Sultan olduğu belirtilen Bayezid'in kardeşlerinden Mahmud ve Abdullah'ın çok küçük yaşlarda öldüğü, diğer kardeşleri Mehmed ve Cihangir'in genç yaşta hastalanarak, Mustafa'nın ise askerler tarafından tahtın varisi olarak desteklendiği için Hürrem Sultan'ın entrikalarının da etkisiyle Kanuni tarafından boğdurularak öldüğü bilgisi yer alıyor.

Erkek kardeşlerinden sadece Selim'in sağ kaldığı ifade edilen Bayezid'in taht kavgası yaptığı ağabeyi Selim ve onun tarafını tutan babasıyla mücadele ettiği, daha sonra yaşanan çeşitli gelişmelerin ardından oğullarını alarak İran şahına sığındığı kaydediliyor. İran'da Şah Tahmasb tarafından büyük bir törenle karşılandığı ifade edilen Bayezid'in, onun aracılığıyla babasından affını dilediği, Kanuni'nin de bir ara onu affetmeyi düşünse de Selim'in ve Tahmasb'ın tutumları karşısında bundan vazgeçtiği, bu çekişmeden yararlanmak isteyen Tahmasb'ın bir bahaneyle Bayezid'i ve oğullarını hapse attırdığı belirtiliyor.





Bundan sonra Kanuni, Selim ve Tahmasb arasında Bayezid'in teslimi konusunda yazışma ve pazarlıklar başladığı, anlaşma sağlanınca Kazvin'e giden Osmanlı elçilerinin 25 Eylül 1561 tarihinde önce Bayezid'i, ardından da oğullarını boğarak öldürdükleri kaydediliyor. Bayezid ve oğullarının cenazelerinin Sivas'a getirilerek defnedildiği, Bayezid öldüğü zaman 36, en büyük oğlu Orhan'ın ise 16 yaşlarında olduğu bilgisi yer alıyor.

Bayezid'in ölümünden sonra İstanbul'a getirilen eşinin de bir kale içinde tutulduğu ve yanında bulunan 3 yaşındaki oğlunun da öldürüldüğü tarihi kaynaklarda aktarılıyor. 





















KANUNİ İLE BAYEZİD'İN YAZDIĞI DOKUNAKLI MEKTUPLAR

Veliahtlık meselesinde babasına isyan edince Kanuni Sultan Süleyman tarafından kovulan Bayezid, af dilemek için babasına şu nazmı yolluyor:

''Ey seraser âleme Sultan Süleyman'ım baba,
Tende Canım, Canımın içinde cananım baba,
Bayezîd'ine kıyar mısın benim canım baba
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.

Enbiya ser-defteri yani ki Âdem hakkıçün,
Hem dahi Musî ile îsî-i Meryem hakkıçün,
Kainatın server-i ol Ruh-i âzam hakkıçün,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba...

...Hak Taâlâ, kim cihanın şahı etmiştir seni
Öldürüp ben kulunu, güldürme şahım düşmeni
Gözlerim nuru oğullarımdan ayırma beni
Bigünahım, Hak bilür devletlü sultanım baba

Tutalım iki elim baştan başa kanda ola,
Bu meseldir, söylenir kim 'kul günah itse n'ola'
Bayezîd'in suçunu bağışla, kıyma bu kula,
Bigünahım, Hak bilür, devletlü sultanım baba.''

Kanuni Sultan Süleyman ise oğluna cevaben yazdığı mektubunda, şu dizelere yer veriyor:

''Ey demâdem mazhar-ı tuğyân-ı isyânım oğul
Takmıyan boynuna her giz tavk-ı fermânım oğul
Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezîd Hânım oğul
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul''


26 Mayıs 2014 Pazartesi

Renklerin Ustasından Hayat Dersi


Emeğinizi ve yüreğinizi ortaya koyarak oluşturduğunuz yapıtların, eserlerin toplum tarafından nasıl değerlendirildiğini merak ediyorsanız , işte hikayemiz...

Renklerin Ustası

Hindistan da çok ünlü bir ressam varmis.

Herkes bu ressamin yapitlarini kusursuz kabul edecek kadar begenirmis.
Ve onu "Renklerin Ustasi" olarak anarlarmis. Onun yetistirdigi bir ressam
artik egitimini tamamlamis ve son resmini yaparak hocasina götürmüs ve ondan resmini degerlendirmesini istemis. Hoca ise; " Sen artik ressam sayilirsin. Artik senin resmini halk degerlendirecek." diyerek, resmi sehrin en kalabalik meydanina götürmesini ve en görünen yerine koymasini istemis.Yanina da kirmizi bir kalem koyarak halktan begenmedikleri yerlere çarpi koymalarini rica eden bir yazi birakmasini istemis.


  Ögrenci denileni yapmis Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiginde
görmüs ki, tüm resim çarpilar içinde ve neredeyse görünmüyor. Çok üzülmüs tabii. Emegini ve yüregini koyarak yaptigi tablo kirmizidan bir duvar sanki.
Alip resmi götürmüs hocasina ve ne kadar üzgün oldugunu belirtmis.


Hocasi ise; üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermis. Ögrenci
yeniden yapmis resmi ve yine hocasina götürmüs.


Tekrar sehrin en kalabalik meydanina birakmasini istemis hocasi. Ama
bu defa yanina bir palet dolusu çesitli renklerde yagli boya,birkaç firça ile
birlikte. Ve yanina insanlardan begenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazi ile birlikte birakmasini istemis.


 Ögrenci denileni yapmis. Birkaç gün sonra gittigi meydanda görmüs ki
resmine hiç dokunulmamis, firçalar da, boyalar da kullanilmamis. Çok sevinmis ve kosarak hocasina gitmis ve resme dokunulmadigini anlatmis.


  Hocasi ise; "Sevgili oglum, sen birinci konumda insanlara firsat
verildiginde ne kadar acimasiz bir elestiri saganagi ile karsilasilabilecegini gördün.


Hayatinda resim yapmamis insanlar dahi gelip senin resmini karaladi. Oysa ikinci durumda onlardan hatalarini düzeltmelerini istedin, yapici olmalarini istedin." demis.

  Ve devam etmis;"Yapici olmak egitim gerektirir... Hiç kimse bilmedigi
bir konuyu düzeltmeye kalkmadi, cesaret edemedi. Sevgili oglum, Mesleginde usta olman yetmez, bilge de olmalisin. Emeginizin karsiligini, ne yaptigindan haberi olmayan insanlardan alamazsin."

Hocasi son olarak,"Onlara göre senin emeginin hiç bir degeri yoktur.
Sakin emegini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartisma." demis.

16 Mayıs 2014 Cuma

Bandırma Vapuru ve Yolculuk Hikayesi(16-19 Mayıs 1919)



16 Mayıs-19 Mayıs 1919 tarihleri arasında yaşanan olayların kısa özetini, Bandırma Vapurunun Kaptanı İsmail Hakkı DURUSU’dan yolculuğun hikayesini ve Samsuna ayak basıldığında Atatürk tarafından ziyaret edilen bir köyde köylümüzün anlattıkları…


Atatürk’ün gençliğe armağan ettiği ve “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanan 19 Mayıs tarihinin önemini anlayabilmek için Atatürk’ün 16-19 Mayıs 1919 tarihleri arasında gerçekleştirdiği İstanbul-Samsun yolculuğunu ve hatırlamamız gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki önemli olaylardan biri Atatürk’ün Samsun’a ayak basışıdır. Türk Milleti Birinci Dünya Savaşı sonrasında kötüleşen koşullar içinde kurtuluş çareleri ararken büyük bir lider Mustafa Kemal Atatürk ortaya çıktı ve Samsun’a ayak basarak “Kurtuluş” yolunu açtı. Dolayısıyla Atatürk’ün 16-19 Mayıs 1919 İstanbul’dan başlayan yolculuğu bir kurtuluş dönemini simgeler.

Samsun işgal kuvvetleri için önemli noktalardan biriydi. Stratejik bakımdan büyük öneme sahipti ve Karadeniz’den Orta Anadolu’ya açılan en rahat ve güvenilir bir kapıydı. İngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a askerî birlik çıkarmışlardı. Buna tepki olarak Türk Makinalı Tüfek birliğinden Hamdi adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması dikkatleri bu bölgeye çekti ve İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikayetleri üzerine bu bölgeye güvenilir bir kumandanın olağanüstü yetkilerle gönderilmesine karar verildi. Bu kumandan Mustafa Kemal Atatürk’tü ve Atatürk uzun zamandan beri ülkenin içinde bulunduğu bu umutsuz duruma üzülüyor ve birşeyler yapmak için Anadolu’ya geçmek istiyordu. Bu O’nun için bulunmaz fırsattı.

Atatürk beraberindeki kişilerle beraber 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrılır.** Mayıs 1919 Pazartesi günü beklenen yolculuğun sonuna gelinir.


Bandırma Vapurunun yaşlı kaptanı İsmail Hakkı DURUSU’dan İstanbul’dan Samsuna uzanan  yolculuğun hikayesi….

 

-Mustafa Kemal Paşa’yı ilk defa görüyordum. Üzerinde resmi üniforması vardı. Kordonlu, nişanlı olan bu üniforma milli varlık yani Korgenerallik ve Fahri Yaver-i Hazreti Padişahı üniforması imiş Yaşından daha çok genç görünüyordu. Samimi bir konuşması, hürmet telkin eden ve insanı ister istemez tesiri altına alan ses tonu ve tavrı vardı. Anladım ki, artık geminin kaptanı ben değilim, O… Bana mümkün olduğu kadar sahilden gitmenin imkanı olup olmadığını sordu. Eyvah ki, ben ilk defa Karadeniz’e çıkıyordum. Nerelerin kayalık ve sığ olduğunu bilemiyordum. Bunu samimiyetle söyledim. Başını sallayarak güldü,“Pusula ile gideriz” dedi. Pusula mı? Felakete bakınız ki, geminin sağlam bir pusulası da yoktu. Bunu da şahsi kabahatim olmadığı halde yüzüm kızararak söyledim. Dudaklarındaki tebessüm kaybolmadan, Paşa “Ziyanı yok… Allah büyüktür… Siz yine mümkün olduğu kadar sahili takip ediniz.” Emrini verdi. Deniz dalgalı da değildi. Hava sakindi. Neden kıyıyı tercih ettiğini anlayamadım. Fakat o dakikadan itibaren kendimi, memleket için çok, pek çok kıymetli, paha biçilemez bir değeri taşıyan emin el olarak telakki ettim. Aradan seneler geçti. İtimat ediniz ki, hayatım denizlerde geçmiş olmasına rağmen hiçbir seferde böylesine vazife mesuliyeti duymamıştım. Samsun’a vardığımız zaman, Mustafa Kemal Paşa’nın rotayı değiştirmekte ne kadar isabet etmiş olduğunu anladık. Çünkü hakikaten bizi takibe çıkarılmış olduğu anlaşılan İngiliz Torpidosu da bizden 1 saat sonra Samsun’a geldi.

 

Mustafa Kemal Paşa, Samsunda bulunduğu ilk günlerde ziyaret ettiği Badırlı Köyünde Türk çetelerle görüşmüş ve onların Milli mücadele saflarına katılmalarını  sağlamıştı. Köyün büyükleri o günlerden hatırlarında kalanları şöyle nakletmişlerdir:


Köylümüz, “Bir gün köye atla yüksek rütbeli subaylar geldi. İçlerinden birisi bize Mustafa Kemal Paşayı tanıttı. Çanakkale savaşlarında ününü duymuştuk. Hayranlıkla kendisini seyrettik. Mavi mavi çakmak çakmak gözleri vardı. Kendisine kahve ikram ettik. Bu sırada karşı köylerde bazı evler yanıyordu. Devlet otoritesinin zayıflığı, hatta yokluğu sebebiyle Rum çeteler, mala, cana, ırza, namusa tasalluttan geri kalmıyorlardı. Mustafa Kemal Paşa, bu yanan evler hakkında bilgi istedi. Anlattık. Gözleri ağlamaklı oldu. Köy meydanındaki bu konuşmalar sırasında köyün ileri gelenlerinden Osman Ağa Gaziye dönerek şöyle dedi:” Paşam, Rum çeteler köyümüzü yıkacaklar. Görüyorsunuz karşı köyü de yakıyorlar. Bize 8-10 jandarma verseniz de köyümüzü koruyalım.” Paşanın gözleri alevlendi ve dedi ki; “Mesele köyleri değil, vatanı koruma meselesidir. Anam var demeyeceksin, karım var demeyeceksin, çocuğum var demeyeceksin, vatanın imdadına koşacaksın. Çünkü vatan elden giderse, bunların hepsini kaybedersin

Kaynak:http://www.samsunkulturturizm.gov.tr/